15 Ağustos 2007 Çarşamba

Aşırı kilolara karşı diyet ilaçları

Ahmet SEVEN

Çağın hastalığı bir salgın halinde hızla ilerliyor.

Tedirgin olan kuruluşlar acil durum çağrıları yapsa da bu hastalığın önü alınamıyor.

Hastalığın adı obezite.

Yani fazla kilo, şişmanlık.

Öncelikle çocuklar ve kadınlar tehdit altında.

Hastalığa davetiye çıkaran gıdalara karşı birçok ülkede önlem alınmaya başlandı bile.

Ürün fiyatları artırılıyor, vergi konulması gündeme getiriliyor. Tüketici bilinçlendirilerek tepki vermesi sağlanıyor. Reklâmlara sınırlama konuluyor.

Sağlık harcamalarının önemli bir bölümü obezite’dan kaynaklanıyor.

Örneğin ABD'de, her yıl şişmanlığa bağlı sağlık sorunları için 117 milyar dolar harcanıyor.

Yine bu ülkede her yıl obeziteden kaynaklanan sağlık problemlerine bağlı olarak 300 bin kişi yaşamını yitiriyor.

Bu ciddi bir rakam.

Bu gelişmeler gıda sektörlerinin de korkulu rüyası.

Elbette çok daha değişik şekillerde önlemler alınabilir?
Fast food mağazaları kapatılabilir.

Ayakta yemek yeme alışkanlığı sona erdirilebilir.

Çorba gibi sıvı içecekler teşvik edilebilir, hatta mecbur tutulabilir.

Obeziteye yol açacak gıdalara reklâm yasağı konulabilir.

Buna uymayanlara ceza verildiği gibi bunları bilinçsizce tüketip aşırı kilo alanlara caydırıcı cezalar getirilebilir.

Zararlı alışkanlıklar sınıfına göre uygulama görebilir.

Çocuğunun bilinçsizce beslenmesine sebep olan annelere ceza getirilebilir.

Obezite daha sık olarak özellikle çalışan kadınların çocuklarında görülüyor.

Ancak bu arada kilo yapan gıdalara yapılan caydırıcı önlemlerin kesinlikle tüketimin artmasına sebep olacağı düşünenlerde var.

Doğrudur.

Yiyecekler özgürce kullanılmalıdır.

Fakat özgürlüğü verip karşılığında obezite satın alınıyorsa bu doğru değildir.

Obeziteyle mücadele de eğitim şart.

Özellikle Amerika'da yapılan araştırmalar yasak koymanın ters tepki doğurduğunu gösteriyor. Yağlı gıdalara vergi gelirse tüketim bu kez karbonhidratlı gıdalara kayar deniliyor.

Durum ne olursa olsun. Ortada ciddi bir hastalık var. Ve bu hastalığa karşı tepkisini vermesi gereken devletten önce insanlardır. Kesinlikle bu mücadelede herkes yerini almalıdır. Sigaraya karşı başlatılan mücadele ve alınan tedbirler bu konuda da en kısa zamanda alınmalıdır. Şişmanlığa yol açan maddelere hatta bunları ısrarla kullananlara da vergi konulmalıdır. Adına da obezite vergisi denilmelidir.

Neyse bu kadar gerilimden sonra konuyu biraz yumuşatalım ister misiniz?

“Eski zamanda pek şişman bir kral varmış. Şişko kral zeki hekimlerden birinden kendisini zayıflatacak ilaçlar talep etmiş. Doktor onu görünce;

—Allah seni ıslah etsin! Ben ilerisini gören bir doktorum. Sana bakınca anladım ki, senin ancak bir aylık ömrün kalmış! İlacın sana bir faydası olmaz ki! Demiş.
Bunun üzerine öfkelenen kral doktorun hapsedilmesini emreder.

Kral da bu süre içinde halktan gizlenir. Fakat içini öyle bir üzüntü sarar ki, bir ay içinde iyiden iyiye zayıflar.
Bir aylık zaman geçince kral hala ölmediğini görür ve hapisteki hekimi de yanına çağırır. Ona der ki:
-Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanın sebebiyle seni daha fena halde cezalandıracağım.

—Hekim ise telaşlanmadan cevap verir:
-Allah kralı ıslah etsin! Ben geleceği bilmede Allah'ın en düşük kuluyum. Fakat anladım ki, senin şişmanlığını gidermenin tek ilacı, ancak keder ve üzüntüdür. Teşhisim doğruymuş der.

Bunun üzerine kral onu serbest bırakır ve kendisine iyiliklerde bulunur”

***

—İnsanları abur cubur yedirerek kilo almalarını sağlayan, bunu sektöre dönüştürerek para kazanılan bir dünyada yaşıyoruz.

Bir yanda yaşamak için yiyen, bir yanda da yemek için yaşayan insanlar.

Bir yanda aksırınca tıksırınca çatlayınca patlayıncaya kadar yiyenler.

Öte yanda açlıktan ölenler…

—İnsanlar kendilerinin yediklerini bulamayan insanların keder ve üzüntülerini çekebilmiş olsalardı kim bilir belki de sağlıklarını tehdit eden bu hastalıkla karşı karşıya kalmayacaklardı.

Tabiî ki bunlarda işin bir başka. boyutu.

Sahi sizce şişmanlık vergisi mümkün mü?

Bence etkili olacaksa niye olmasın ki.

Yaşanmış bir muska hikâyesi

Ahmet SEVEN

Bu hikâye gerçekten yaşanmıştır.

Birkaç yıl önce bir tanıdıktan dinlemiştim.

Diyor ki Almanya’dan bir arkadaşımın kızı rahatsızlanmıştı.

Hekimler derdine çare bulamıyorlardı.

Muska yazan birine götürelim dedi.

Araştırdım, çokça tavsiye edilen bir cinci hoca! ya gitmeye karar verdik.

Uzun yolculuktan sonra oraya vardık.

Önceden randevu almadığımız için bizimle görüşmek istemediğini haber verdi.

Bizde araya tanıdıkları koyarak rica ettik. Israrlarımızı kıramayanıca tamam demiş.

Bizi evine kabul etti.

Karşımıza oturdu.

Masanın üzerine bir yumurta koydu. Ona bir şeyler söyledi. Sonra eline aldı. Karşılıklı konuşmaya başladılar.

Yumurtadan garip sesler geliyordu.

Adeta yumurta ile konuşuyordu. Daha sonra bu şekilde cinlerle konuştuğunu onlardan haber beklediğini söyledi.

Bir ara hoca! Diğer odaya geçti.

Ben kalkıp o yumurtayı aldım inceledim.

Bizim bildiğimiz yumurtadan farkı yoktu.

Kısık sesle seslendim. Bana ses vermiyordu.

Hoca! Biraz sonra döndü yumurtayı aldı, yine aynı garip seslerle konuşmaya başladılar.

Nihayet açıklama zamanı gelmişti.

Hoca! Hastaya muska yapılmış dedi.

Gidin filan mezarlıkta, filan paftada, filancanın kabristanında onu oradan çıkartın dedi.

Bizde ücretini ödeyip oradan ayrıldık.

Dediği yere gittik.

Tarif ettiği üzere muskayı yerinden çıkardık.

Hem sevinmiş hem de rahatlamıştık.

Ancak aradan birkaç gün geçmesine rağmen hastamızda bir düzelme görülmemişti.

Daha sonra öğrendik ki hoca evinde bir sürü muska yazıyor, yazdıklarını da gidip değişik il ve ilçelerdeki kabristanlıklara yerleştiriyor. Kendisine gelen hastalara da memleketlerine göre adres veriyormuş.

Hayret ettik. Fakat iş işten geçmişti… Yumurtadan çıkan garip seslere gelince cinci hoca! Koltuğunun altına bir cihaz yerleştirmiş, yumurtayı alınca o garip sesler cihazdan çıkıyormuş! Ben bu olayı yaşayan bizzat birinci şahıslardan dinledim.

Size de aktardım. Bundan sonrası sizin elinizde olan şeyler.

Var mısınız şimdi de muska yazdırmaya?

Sahi bizim muskamız acaba nerede, hangi kabristanlıkta. Hiç düşündünüz mü?

Şikâyete veda

Ahmet SEVEN

Yaşarken şikâyetçi, ölürken şikâyetçi,

Yazarken şikâyetçi, okurken şikâyetçiyiz.

Ağlarken şikâyetçi, gülerken şikâyetçi,

Kazanırken şikâyetçi, harcarken şikâyetçiyiz.

Her derdin olduğu gibi, şikâyetinde bir dermanı vardır.

İşte bu öykü de ondan bahsediyor.

“Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı.

Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle;
"Acı" diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.

Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam;
"Hayır" diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış"

Çoğu insan sığ sularda kendine eziyet veriyor da engin sularda yüzmeye çalışmıyorsa,

Saksıdaki çiçek gibi kalıp rüzgârdan titrerken, çınar olup kasırgalara karşı koymayı göze almıyorsa hayatı beklemediği kadar zor geçecek demektir.

Oysa insan sevgiden bahsederken aşkın en derinin yaşamalıdır.

Aşkı uğruna çöle düşen Mecnunun şikâyeti yoktur da, sevdiğinin yanında gözüne toz kaçanın şikâyetinden geçilmez.

Sizinde etrafınızda sizi koruyan fakat göremediğiniz dostlarını var mı?

Ahmet SEVEN

Yoo dostlarınıza haksızlık etmeyin.

Bir ara bir sor Allah Aşkına diyorsunuz biliyorum fakat öyle de olsa kalpleri sizin için çarpanlar var.

Ben bundan eminim.

Sizi sadece sizmi biliyor sanıyorsunuz.

Elbette hayır.

Nereye güler nereye ağlarsınız bunu dostlarınız da bilir.

Hatta hangi çiceği sevdiğinizi bile.

Farkında olmamanız onları suçlamanız anlamına gelmez. Yükselirken ayağınızın altına kim koydu o merdiveni, düşerken kim elinizden tutu sanırsınız. Hep birbaşınıza değildiniz ya. Gerçek dostlar karşılık beklemezlerde ondan. Hatta yaptıkları iyiliklerin bilinmesini bile. Hatırlarmısınız Tuzlu Kahve diye bir öykü vardı. İşte o öyküye kardeş olacak, hemde ikiz kardeş olacak bir öykü bu. Haydi birlikte bir kez daha okuyalım. Ne dersiniz.?

“Yargıç, karşısındaki kadına baktı önce. Seksen yaşlarında bir nine. Sonra biraz geride, ellerini bağlamış adama.

Aynı yaşlarda bir dede. Kadına döndü:

"Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?"

Yaşlı kadın, beyaz başörtüsünü sıvazlayıp konuşmaya başladı kısık sesiyle:

"Bu herif yetti gayrı, elli yıldır bezdirdi hayattan... Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. 50 yıl önce, onun bana verdiği çiçeklerin arasından, bir daldan kök almış, tohumlamıştım. Yavrumuz olmadı, sedeflerimi çocuk bildim, öyle büyüttüm. Sonra bir gün, kurumaya başladı sedef. O zaman adak adadım. Her sabaha karşı, güneş doğmadan bir tas suyla sulayacağım diye. İyi gelirmiş dediler, sedef çiçeğine. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp da şu çiçeği bir kere de ben sulayayım, demedi. Ta o geceye kadar... O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Su veremedim çiçeğime. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim işte. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim... Ondan hiçbir şey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim... Onsuz daha iyiyim, hâkim bey, yemin ederim."

Yaşlı adama döndü yargıç: "Bir diyeceğin var mı baba?"

Adam bastonuna abanarak, ağır aksak yürüdü geldi kürsüye, utangaç yüzünü kaldırıp adalete baktı ve dedi ki: "Askerliğimi reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O koca bahçeyi layıkıyla büyütmek için emek verdim. Fadime'mi de orada tanıdım, sedefleri de. O bahçe sedef çiçekleri doludur. Kokusu yürek yakar. Zaman zaman Fadime için topladım sedefleri. Evlendik. Çok olmadı, boynu ağrıdı, hekime götürdüm Fadime'mi. Hekim, kireç var boynunda, çok uzun süre uyanmadan yatarsa sertleşir, kötüleşir, dedi. Her gece uykusunu bölüp kalksın, gezinsin, dedi. Pek dinlemedi bizim hatun. Lafım geçmedi. O günlerde tesadüf, sedef çiçekleri kurudu. Ben de ona, gece sularsan geçer, dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve seyrettim Fadime'mi. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum."

Durdu bir an, yaşlı adam. Mahkeme salonu susmuştu. Bir yaşlı gönülden, bir bahçıvandan duyulması beklenmedik aşk sözlerine, şiire kulak kesilmişti, yargıç, savcı, mübaşir. Soluklanıp devam etti adam:

"... Her gece, o yattıktan sonra kalktım. Saksıdaki suyu

Siz aşkınızı nereye yazmıştınız?

Ahmet SEVEN

Birbirlerine mezara kadar diyerek söz veriyorlar.

Aşk diyorlar, sevgi diyorlar. Biz ayrılamayız diyorlar.

Birbirlerine şiir yazıyorlar, şarkı söylüyorlar.

Bırakın mezarı bir de bakıyorsunuz pazara varamadan ayrılıyorlar.

Mezar nere, pazar neresi.

Hani aşk çözülmezdi.

Hani aşk sönmezdi.

Hani aşk ölmezdi.

Hani âşık yolundan dönmezdi?

Dostluklarda böyle.

Kuma yazıyorlar, taşa yazdıklarını sanıyorlar.

Kaşla göz arasında evleniyorlar, evlilikleri nişanlılıklarından kısa sürüyor.

Avuçlarına yakılan kına silinmeden ayrılıyorlar.

Daha dün birbirlerinin isimlerini söylemeye kıyamayan diller bakıyorsunuz lanetler yağdırıyor birbirlerine.

Bu nasıl aşk böyle?

Bir yastıkta kırk yıl şarkılarda mı kalacak yoksa?

Sahi siz sevginizi nereye yazıyorsunuz?

"İki arkadaş bir sahilde yürürlerken yolculuklarının bir noktasında,
bir münakaşaya girerler ve biri diğerine tokat atar. Tokatı yiyenin canı acır ama bir şey söylemeden kuma şöyle yazar. "Bugün en iyi arkadaşım beni tokatladı.." Suskun bir şekilde yollarına devam ederler. Tokatı atan pişman, tokatı yiyen ise üzgün ve dalgındır. Bir müddet sonra hiçbir şey söylemeden yollarını ayırırlar.

Tokat yiyen caddeden karşıya geçmek üzeredir fakat öyle dalgındır ki, hızla üzerine doğru gelen aracı farkedemez. Arkadaşı ani bir refleksle onu kolundan tutup kenara, kendisine doğru çekerek hayatını kurtarır. Bu tez tokat yiyen kişi bir taşa şöyle yazar. "Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı. ". Tokatı atan sorar; "Sana tokat attığımda kuma yazmıştın niye şimdi bunu taşa yazıyorsun?" Diğeri şöyle cevap verir. "Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki, denizin dalgaları onu silebilsin, ama birisi bizim için bir iyilik yaptığında taşa kazımalıyız ki, kolay kolay silinmesin."

Şimdi sorun isterseniz kendi kendinize.

Ben sevgimi nereye yazmıştım diye?

Kuma yazılanlar silindi, yazanlar çoktan gittiler.

Yerinde yeller esiyor.

Hiç sordunuz mu kendinize acıları kuma, sevgileri taşa yazmayı ne zaman öğreneceğim diye?

Bitti artık bitti.

Bu aşk burada bitti.

Bir daha dönemeyiz.

Kavuşamayız …Ya öyle mi?

Sahi siz aşkınızı nereye yazmıştınız?

Sorumluluklarımızın farkında mıyız? Yorum sizin

Hani karınca ağzına aldığı kendi ölçeğinde suyla aceleyle gidiyormuş.

Böyle acele nereye gidiyorsun diye sormuşlar?

Nemrud Hz.İbrahimi ateşe attı ya onun ateşini söndürmeye gidiyorum.

Sen bu halinle oraya ulaşamazsın, yol ırak sen küçük ve çelimsizsin.

Karınca hem yürür ayak cevap veriyor; Varsın olsun oraya ulaşamazsan hiç olmazsa o yolda ölürüm ya.

Burada bir karıncanın bile binlerce mil ötede ateş içerisinde kalan birine karşı sorumluluk taşıdığı ve o sorumluluğa karşı görevini yerine getirmek istediği hatırlatılıyor.

Bir şeyi düzeltmemiz için ille de gücümüzün yetmesi gerekmiyor ki.

Fakat mutlaka müdahale edebileceğimiz bir şey vardır.

Hele de gücümüz yetiyorsa.

İşte o zaman bu kaçınılmaz olur.

İşte orada insanlık başlıyor.

Cüzdan seslerinin vicdan seslerini bastırdığı bir dünyada yaşıyoruz.

Duymuyoruz belki de duyamıyoruz.

Duymak istemeyenlerin de olduğunu unutmamak gerek .

Ne olursa olsun bizim üzerimize düşen bir sorumluluk vardır.

Bir yerde bir ocak yanıyorsa, kandilinde bizim yağımız olmalıdır.

Bir yerde bir ocak sönmüşse gönlümüz azap duymalıdır.

Öyküde olduğu gibi;

“Seni yarattım”

Çelimsiz küçük bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş; yiyecek, para, ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu. Üzerinde yırtık pırtık giysiler vardı. Yüzü gözü ise kir içindeydi. Çocuğun perişan bir hali vardı.

Kız dilenirken, sokaktan genç, sağlıklı, zengin görünümlü bir adam geçti. Kızı farketmişti. Ama, belli etmemek için, dönüp bir daha bakmadı. Geniş ve lüks evine, konfor içinde yaşayan ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış bir akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat az sonra, gördüğü o dilenci kız aklını takıldı yeniden. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu.

Sonra, kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’a yöneltti. Böyle durumların var olmasına izin veren O değil miydi?

İçin için, O’na karşı:

“Böyle birşeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için birşeyler yapmıyorsun?” diye yakınmaya başladı.

Biraz sonra, ruhunun derinliklerinden gelen şu cevabı işitti:

“Yaptım. Seni yarattım!”

Nerede bir düşkün görse sorumlu tutmalı kendini insan.

Ne yaptılar diye değil, önce ben ne yaptım diye sormalı.

Sahi yerdeki bir serçeyi kaldıracak kadarda mı gücümüz yok?

Kim bilir belki de o sizin ellerinizden uçmayı bekliyordur.

Ne dersiniz?

Geleceğini bildiğiniz kaç dostunuz var?

Ahmet SEVEN

Çevremiz genişliyor, tanıdıklar çoğalıyor.

Bütün bunların aksine kalabalıklarda yalnızlaşıyoruz.

İki elimizi başımıza koyup düşünmeye vakit bile bulamıyoruz.

Gülmek istediğimiz zaman yanı başında kahkahalarla gülecek, ağlamak istediğimizde dizinin dibinde ağlayacak dostların hasretini çekiyoruz.

Haberleşmeleri elektronik yoldan çözdüğümüz için sevdiklerimizi günlerce göremediğimiz oluyor. Yüzüne bakmadıktan elini tutmadıktan sonra.

Biliyor musunuz her geçen gün etrafımız daha bir boşalıyor aslında.

Elinden koltuk değneğini düşüren adama benziyoruz.

Neyse; Bazen bir öykü çok şeyler anlatır.

Tıpkı okuyacağınız bu öyküde olduğu gibi.

“Savaşın en kanlı günlerinden biri..
Asker, en iyi arkadaşının biraz ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü.
İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.
Asker teğmene koştu ve;
"Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?.."
Delirdin mi der gibi baktı teğmen...
"Gitmeye değer mi?.
Arkadaşın delik deşik olmuş...
Büyük olasılıkla ölmüştür bile..
Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın."
Asker ısrar etti ve teğmen; "Peki " dedi. "Git o zaman..."
İnanılması güç bir mucize...
Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı.
Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü...
Birlikte siperin içine yuvarlandılar.
Teğmen kanlar içindeki askeri muayene etti...
Sonra onu sipere taşıyan
arkadaşına döndü:
"Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez demiştim. Bu zaten ölmüş..."
"Değdi teğmenim" dedi asker...
"Nasıl değdi?" dedi teğmen...
"Bu adam ölmüş görmüyor musun?.."
"Yine de değdi komutanım.
Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı.
Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için."
Ve ölen arkadaşının son sözlerini tekrarladı:
Geleceğini biliyordum!.." demişti arkadaşı,
"GELECEĞİNİ BİLİYORDUM..."

Sahi hiç düşündünüz mü?

Siz de aynı şartlar altında kalmış olsaydınız..

Geleceğinden tereddüt etmeyeceğiniz acaba kaç arkadaşınız, ya da sizin aynı şartlarda yanına gidebileceğiniz kaç dostunuz olurdu?

Lütfen bu yazıyı okumayın

Ahmet SEVEN

Yıllar önceydi.

Yazdığım bir gazete de böyle bir başlık kullanmıştım.

Başlığını merak ederek yazıyı okuyanlar gazeteyi aramışlar.

Ne demek istiyor diye.

Bana sordular.

İsteğim gayet açıktı.

Bu yazıyı okumayın demiştim.

Demek ki beni dinlememişler. Okumuşlar.

E elden gelir ki.

Nasılsa okumuşlar bir kere.

Okuduktan sonra nasıl cevap vereyim.

Okumadan önce sorsalardı ya.

Belki birkaç kelimelik açıklama yapabilirdim.

Yıllar önceydi. Usta kalem Çetin Altan’da köşesinde buna benzer bir şey yapmıştı.

Yazısının başlığında“Bugün canım yazı yazmak istemiyor” demişti.

Bende ona benzer bir başlık atıyorum.

Lütfen bu yazıyı okumayın.

Biliyorum bizde yasaklar tutmamıştır.

Yasak dedikçe üstüne üstüne gitmişizdir.

Parklarda çiçeklere dokunmayın yazdıkça koparmışızdır.

Çimlere basmayın dedikçe ezmişizdir.

İnatta bir murat derler ya.

Hah işte aynen öyle.

İnadımız inat. Yap denilirse yapmamak, yapma denilirse yapmak.Bu işte biraz da tepki var. Kırmızı ışıkta keyfimizden mi geçiyoruz sanıyorsunuz.

Asla. İnanmam kimse keyfinden geçmez.

Bir insan bile bile tehlikeye atar mı kendini, atmaz.

Geçiyorlar işte.

İnatlarından. Kırmızı da bir yasak ya.

Maksat yasağı delmek değimli?

Ben şimdi kalkıp bu yazıyı okumak yasak deseydi ne olurdu.

Kaba bir ifade olurdu.

Biraz daha nezaketlisini bulmam lazım.

Nedir o?

O da Lütfen bu yazıyı okumayın demek.

Bakınız işte geldik bir yazın daha sonuna.

Okudunuzsa eh ne diyeyim.

Okumuşsunuz işte.

Bana bir şey sormayın.

Benim canım öyle istedi işte. Yoksa içimde biraz yasakçılık mı var ne?

Her neyse işte.

İçimden geleni yazdım.

Sizde içinizden geldiği gibi okudunuz belki.

Yazmasa mıydım yoksa?

Okudum bir şey anlamadım diyeniniz olacaktır.

El cevap; Her yazılan yazı ille de bir mana ifade edecek diye bir şeyi olmadığı gibi her okuduğumuz yazıdan bir anlam çıkaracağız diye de bir şey yoktur.

Bence evet bence öyle…

Her engel yeniden güçlenmektir aslında

Ahmet SEVEN

Gözlerimizin gördüğü mesafe ile elimizin uzandığı mesafe aynı değil.

Arada bir sabır ölçüsü var.

Öyle olmasaydı yalnız ellerimizle değil, gözlerimizle de tutabilirdik.

Dağları uçarak aşmakta var, tırmanarak ta. İkisi bir değil.

Dağların yokuşunun derdini çekemeyen kurdunun kuşunun dilinden de anlamaz Ve o güzelliklerden mahrum kalır.

Tıpkı öyküde olduğu gibi.

“Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında , küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.

Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.

Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.

Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.

Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.

Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de , asla uçamadı”

Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kısıtlayıcılığından ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.

Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır. Eğer Allah , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda sakat kalırdık . Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman . Ve asla uçamazdık..

Her engel yeniden güçlenmektir.aslında.

Güneşin, meyveleri ışıklarıyla olgunlaştırdığı gibi aşkta insanı ateşiyle pişirir. Ona erken kavuşan ham meyve durumuna düşer.

Her şey zamanı gelince.

Sancıların önüne geçmeyin. Sakın kesmeyin.

Çünkü her sancının bir de güzel doğumu vardır.

Kadın olmak zormuş ya erkek olmak çok mu kolay?

Ahmet SEVEN

Siz hiç kadınlıktan erkekliğe terfi edeni gördünüz mü?

Duymuşsunuzdur da, gördüğünüzü pek sanmam.

Bakıyorsunuz gün geçmiyor erkeklikten kadınlığa dönen onlarcasına şahit oluyorsunuz. Rastlıyorsunuz yani.

Adına eşcinsel deyin, travesti deyin ne derseniz deyin.

Orası benim ilgilendirmiyor.

Adam kesiyor, kestiriyor, kılık kıyafet değiştiriyor.

Usul uslüp değiştiriyor.

Bakıyorsunuz olmuş bir kadın.

Tanımasanız, bilmeseniz evlilik teklif edeceksiniz.

Bir de kadının erkek olmaya kalkıştığını düşünün.

Öyle akşamdan sabaha becerebilir mi bu işi.

Sanmam.

Yılları alır. Yıllar sonra da zaten işin tadı kaçar.

Dikkat ederseniz kadınlar kadın olarak kalmak istiyor.

Niçin kadınlar arasından bende eşcinselim erkek olmak istiyorum diyen çıkmıyor.

Çıkıyorsa da bir elin parmaklarını geçmiyor?

Nedeni var.

Bu memlekette kadın, kadın olarak yetişebiliyor da, erkek fazla dayanamıyor erken pes ediyor. Ruh sarsıntısı geçiriyor kimlik krizine giriyor, daha çok kötü alışkanlıkların tesirinde kalıyor vs. vs.

Aslında yazacaklarım bunlar değildi.

Bunlarda birer gerçek fakat biraz espri olsun istedim.

Gelelim asıl mevzumuza.

Bu ülkede kadın olmak zormuş! Doğru kolay değil.

Dedim ya erkek olmak ta zor.

Erkekçe yaşayabilmekte.

Namerde boyun eğmeden mesela.

Ekmeğini taştan çıkartarak. Kadın eziliyormuş ta siz erkek ezilmiyor mu sanıyorsunuz.

Kadın zayıftır sığınak arar. Bulunca da içini döküverir.

Erkek öyle değil. O her fırtınada limana kaçsaydı yol alabilir miydi?

Akşam eve gelince gün boyu yaşadığı sıkıntıları huzurları kaçmasın diye çoluk çocuğuna anlatabiliyor mu sanıyorsunuz?

Hani işin derdi işte kalır, eşe anlatılmaz prensibimiz var ya.

Erkek onları eşiyle paylaştığında kendini daha aciz görür.

Türk erkeğinde biraz da bu vardır. Ya kadın? Kadın öyle değil.

Akşamdan başlar anlatmaya. Gece geç saatlere kadar.

Komşusu Ayşe hanımın yeni aldığı kırmızı pabucundan tutunda, manavdaki maydanoza kadar… Zavallı erkek hep hı hı demekle yetinir.

Ters cevap vermez, verirse minik serçesi titrer sonra.

Ne güzel bir anlayış bu.

Tabiî ki ülkemizde ezilen kadın sorunu vardır.

Bu yalnız ülkemize has bir sorun değil.

Avrupa’da da bu böyle.

Kadın sığınma evleri daha da yaygınlaşıyor. Hiç olmazsa kadının sığınabileceği kadın sığınma evleri var.

Ya erkeklerin? Erkeklerin “Erkek sığınma evleri” bile yok. Olmalı değil mi?

Güçlünün güçsüzü ezebildiği her yerde buna rastlayabilirsiniz.

Bir ülkede kadın deyince ilk akla cinselliği geliyorsa. Kadının sırtından para kazanma öne çıkıyorsa, kadın madde gözüyle görünüyorsa… Ezilmektedir.

Ezilmeye de devam edecektir.

Bunlar bol bol konuşup tartıştığımız arasıra da çözüm bulduğumuz şeyler.

Şimdi bir kez daha düşünün.

Bakmayın siz erkekliğin kitabının yazıldığına.

Herkes yediği kazıktan sonra tecrübelerini yazarmış. Bu kitapta böyle bir şey olsa gerek.

Sahi bu ülkede hangisi daha zor? Kadın olarak yaşamak mı, yoksa erkek olarak yaşamak mı?

Kaç sınıf yazı vardır?

Ahmet SEVEN

Aklıma geldi acaba kaç çeşit yazı türü vardır diye. Alfabeden söz etmiyorum. Makaleden, denemeden, fıkra türünden anlayacağınız.

Hadi birlikte sayalım?

Hoş yazı, boş yazı, loş yazı kaç etti; Üç. Devam edelim mi?

Gerek var mı?

Bence yok.

Bunlar da kendi aralarında üçe ayrılır.

O ayrılanlarda kendi aralarında guruplara ayrılır vs.

Şimdi başa dönelim. Ne demek Hoş yazı? İçi bilgi dolu, güzel üsluplu, edebi ve edepli, okudukça sürükleyen, sürükledikçe öğreten siz hayata bağlayan yazılar. Böyle yazıların yazarı mütevazıdır. Yazarım derken bile incedir.

İkincisi neydi? Boş yazı. Okursun okursun içerisinde bir şey bulamazsın. Kendisi zaten sıkılmış limon gibidir. Üslup olmadığı için testere gibidir. Bu yazılarda edeple edepsizlik birbirine karışmıştır. Bir bakarsın iyi bir bakarsın kötü. Keskin dönemeçli yollara benzer. Böyle yazılar işportaya düşmüşçesine boldur. Böyle yazıların sahipleri yazarlığı kimseye vermek istemez. Donkişot gibidir.

Birde loş yazılar vardı. Loş yazılar adı üstünde, bohem takılır. Anlaşılmak yerine daha çok anlaşılmamak için yazılır adeta. Birkaç satır okuduktan sonra duman altı olabilirsiniz. Hayal gücü yüksektir. Macera serpiştirilmiştir. Böyle yazıların yazarları sanatçı havasında takılır. Akıllarınca dobradırlar dobra. Laflarını esirgemezler. Doğal davrandıklarını söylerler. Cinsellik ön plana çıkmaktadır. Yazarlarında saç sakal birbirine karışmıştır. Kendilerinden önce ünlü olanların yollarındadırlar.

Ne diyeyim aklıma geldi birden. Kaç türlü yazı vardır diye. Bende şimdilik bunları yazdım. Size gelince ister çoğaltın misalleri isterse eksiltin. O sizin bileceğiniz iş.

Ha birde okuduğunuz yazıların hangi sınıfa girdiğini de gözden geçiriverin.

İşte hayatınızı değiştirecek altın kurallar

Ahmet SEVEN

Dosdoğru ol. Önce doğruluğu kendin göster. Güveni kendin ver.

Odaya girdiğinde aydınlatan sen ol. Çıktığında da ışığının eksikliği hissedilsin. Karşındakinin gözlerinden öteye, kalbine bakabilmesini bil.

Konuştuğun her kelime onun kalp zarına dokunabilsin.

Fala, kehanete… inanma. Unutma ki insan için ancak çalıştıklarının karşılığı vardır.

Hiçbir zaman gökten çiçek yağmaz. Daha çok çiçek istersen daha çok fidan dikmen gerektiğini bilmelisin.

Asla mazeret gösterme.

Akıl sahipleri, İnsanlar senin gemiyi limana nasıl getirdiğine değil getirip getirmediğinle ilgilenirler, demişlerdir.

Daima önde yürü.

Engelleri aşarken kaldırmayı da bil. Unutma ki seni kaldırmadığın bir diken rakibinin ayağına batar. Hiçbir yarış rakipsiz gerçekleşmez.

Her şey bitti artık deme. Dibe vurmadan kurtuluş gerçekleşmez.

Denize düştüğünde ümidini kesip çırpınmadan boğulanlar zaten ölülerdir.

Aile halkıyla iyi geçin.

Onların motivasyonunu hiçbir istasyondan alamazsın.

İnat etmekle kararlılık arasındaki farkı iyi anla.
İyilik yap.

Karşılığını bekleme.

Hayatta karşımıza çıkan en büyük nimetler karşılıksız yaptığımız iyiliklerin mükafatlarıdır.
Bildiğin konuda konuş.

Her konuda konuşma.

Sözünü de yüzünü de eskitme.

Her konuştuğun doğru olsun fakat her doğruyu her yerde söyleme senin hakkın değildir demişler.

Yani her şey yerinde ve zamanında olursa iyidir.

Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi asla sende başkasına yapma.

Bana yapılsaydı nasıl karşılardım diye düşün.

Hiç kimseyi gereksiz ve küçük görme.

Geminin en büyük cıvatası da birdir en küçüğü de.

Küçük cıvata gevşemezse büyük cıvata gevşemez.

Dostlarını ihmal etme.

Onlar hem hekim hem de ilaç gibidir.

Kendine zaman ayırmasını bil.

Asla karamsar olma.

Gözlerini kapamayanlar için karanlıkta bile görecekleri belli bir mesafe vardır.

Hayatta insanlar bisiklete gibidirler.

Bisikletteki adam pedal çevirmezse düşer.

İrtica mı dediniz anlamadım

Ahmet SEVEN

Ne demek irtica?

Geriye dönüş.

Dön ardına bir bak hele.

Kaç adım ilerlemişsin.

Gözü ileride kendi geride olanlar.

Kendi gerideysen göz ileride olmuş ne çıkar.

Hani ne demiş şair; “Çoban sürüyü döndürse ters yöne, sürüdeki topal koyun geçmez mi ön öne” En arkada kalandan yükselen seslere dikkat ediniz.

Aynı tırmalayıcılığıyla devam eder durur; Geriye dönün.

Ne demek oluyor bu?

Çünkü kendisi öne geçecek te ondan.

Oysa öne geçmenin yolu arkada kalmak değil, önde olmaktır.

Önde olmanın bir bedeli vardır.

Şimdi irtica diye çığırtkanlık yapanlara dikkat ediniz.

Yıllardır aynı tablonun değişmediğini görürsünüz.

Hep o aynı kafa.

Hep o aynı ses.

Ne zaman ilerlesek.

Ne zaman oh be demeye kalkışsak..

Arkadan bir ses duyulur irtica var.

Ne demek irtica?

Geriye dönüş.

Haydi dönelimde geriye.

O hiçbir zaman ileriye gidememiş olanlar öne geçsinler öyle mi?

Bunun başka izah tarzı var mı?

Varsa söyleyin de biz bilelim.

Bazı numaralar bayatlayınca tekrarlanmaz bilirsiniz.

Bizdeki bu irtica da öyle.

Bu bana daha çok çocuğun elinden şekeri düşünce çığlık koparmasını anımsatıyor.

Şimdilerde böyle bir şey olsa gerek?

Yorum sizin?

Boşuna mı demişti insanı yaşat ki devlet yaşasın diye

Ahmet SEVEN

İsterseniz önce öyküyü bir okuyalım, yorumunu nasılsa yaparız.

Buyurun;

“Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahı kalktığında bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşündü.

Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve sinemaya ne zaman gideceklerini sordu. Baba oğluna söz vermişti bu hafta sonu sinemaya götürecekti ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim dedi sonra düşündü:

-Ohh be kurtuldum en iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez.

Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi ve “baba haritayı düzelttim,artık sinemaya gidebiliriz”dedi.

Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hala hayretler içindeydi ve bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu cevabı verdi:

- Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı.

İnsanı düzelttiğim zaman

Dünya kendiliğinden düzelmişti”

Boşuna mı demişti Şeyh Edebâli Osman Gaziye;

İnsanı yaşat ki devlet yaşasın diye.

İnsanı kirlettiler dünya kirlendi.

İnsanı bitirdiler dünya bitti.

İnsanı yitirdiler, dünyayı kaybettiler.

İnsanı bul ki, yitik dünyayı yeniden bulasın.

Nerdesin ey insanlık?

Ya seni bulacağız ya da taksit taksit öleceğiz.

…Ve öyle oluyor işte.

Hürriyet eşi türbanlı vekilleri araştırmış!

Ahmet SEVEN

Haber: Türbanlı vekil eşi sayısı azaldı. (Hürriyet)

TBMM’de kadın milletvekili sayısının bu dönem bir önceki döneme göre katlanmasına karşın, eşleri türbanlı milletvekili sayısında ciddi bir azalma olmadı. 2002’de seçilen Meclis’te 274 milletvekilinin eşi türbanlıyken, yeni Meclis’te bu sayı 235 oldu.

Bu haberin bir haber değeri var mı şimdi.

Okunuyorsa, tartışılıyorsa var demek ki.

Ne güzel işte.

Mecliste sandalye sayısı eşit bir şekilde paylaşılmış ne var bunda.

Demokrasinin güzelliği de burada değil mi?

Bu konular ciddi konulardır edebiyat yapmaya da gelmez fakat şu türban var ya türban.

Tam çağdaş olacakken katarakt gibi çekiliverdi gözümüze.

Türban bazılarının gözünde katarakt! gibidir de.

Bazıları için AB engelidir. Kapıkulede geriliveriri önümüze.

Orda öteye salmaz ki gidelim.

Bu yüzden eşleri türbanlı olanların işi de zor.

Bu konuda bilende konuşuyor bilmeyen de.

Biliyor musunuz elli yıl sonra gelecek olan nesil oturup bizim halimize hem gülecek hem de ağlayacak.

Diyecekler ki ya hu bunlar ne ile uğraşmışlarda bizi böyle elalemin Avrupalısının yanının da gariban duruma düşürmüşler…

Ağlanacak hallerine gülecek, sonrada ağlayacaklar.

Şimdi biz bu Türk Gençliğine yıllarca yaptığımız gibi yine Türban tartışmalarını mı miras olarak bırakacağız?

Bırakın Allah aşkına.

Bakmayın zaman zaman Avrupalıların da bu tartışmalara katıldığına.

Her ne kadar bıyıkları olmasa bile elalem bıyıkaltından gülüyor halimize.

Halkın içerisinde böyle bir sorun yok. Herkes kardeş kardeş yaşayıp gidiyor.

Sana ne kişinin özel hayatından.

Bu memleket birilerinin özel mülkiyetinde değil ki. Kışkırtmalar gerilimler hep yukarılardan geliyor. Hani sert hava dağlardan gelir ya… Öyle işte.

Ne yapmış Hürriyet? Araştırmış. Varsın araştırsın. Varsın kaşısın. Sıcak günlerde kaşınmayan yerimiz mi kaldı?

Hele de su olmayınca?

İnanın bu yazıyı yazarken bile acı acı gülmekten kendimi alamıyorum.

Daha ne diyeyim.

Buyurun isterseniz siz devam edin.

Lütfen…

Şikâyete veda

Ahmet SEVEN

Yaşarken şikâyetçi, ölürken şikâyetçi,

Yazarken şikâyetçi, okurken şikâyetçiyiz.

Ağlarken şikâyetçi, gülerken şikâyetçi,

Kazanırken şikâyetçi, harcarken şikâyetçiyiz.

Her derdin olduğu gibi, şikâyetinde bir dermanı vardır.

İşte bu öykü de ondan bahsediyor.

“Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı.

Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle;
"Acı" diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.

Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam;
"Hayır" diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış"

Çoğu insan sığ sularda kendine eziyet veriyor da engin sularda yüzmeye çalışmıyorsa,

Saksıdaki çiçek gibi kalıp rüzgârdan titrerken, çınar olup kasırgalara karşı koymayı göze almıyorsa hayatı beklemediği kadar zor geçecek demektir.

Oysa insan sevgiden bahsederken aşkın en derinin yaşamalıdır.

Aşkı uğruna çöle düşen Mecnunun şikâyeti yoktur da, sevdiğinin yanında gözüne toz kaçanın şikâyetinden geçilmez.

Saçını kapattı birlik ve beraberliğimiz tehlikeye düştü

Ahmet SEVEN

Birisi başını örttü, öteki açtı.

Birisi açtı bu kez diğeri kapattı.

Tehlike çanları çalmaya başladı.
Birileri gonga vuruyor.

Kimi kalemiyle, kimi kelâmıyla.

Çığırtkanlığa bakın siz.

Bütün sermayeniz bu mu a kuzum sizin.

Bir saç telimi belirliyor bölünüp bölünmeyeceğimizi.

İp cambazını bilirdik şimdi de kalem ve kelam cambazı eklendi.

Saçını açanlara kimsenin tıs dediği yok.

Kapattı mı çığlıklar kopartılıyor.

Yangın vaaar. Kim yanıyor, ne yanıyor?

Memleket yanıyor.

Yazık! ne hallere düşmüşüz.

Ne yapmış? Saçlarını örtmüş.

O saçlar kime ait?

Kendisine.

Kim yapmış bunu? Vatandaş.

Açar da kapatır da.

Sana ne oluyor?

Hem sonra bu kişinin özeline yapılmış bir saldırı olmuyor mu?

Yoo öyle deme.

Onun içinde kasıt var?

Nasıl anladın?

Örtü şeklinden.

Yapma ya.

Sen elâlemin saçının, kafasının bekçisi misin?

Kendine gelince her gün şekilden şekle giriyorsun.

İşi özgürlükle, çağdaşlıkla geçiştiriyorsun.

Bunalınca İran’ı adres gösteriyorsun.

Elinden geleni ardına koymamaya çalışıyorsun.

Bu hürriyet düşmanlığı değil de nedir?

Saçma, hem de çok saçma.

Başörtüsü ya da türban ne derseniz deyin.

Her yıl binlerce kadını sadece bu yüzden eğitim ve öğrenim kapılarını kapatarak hayat zindanına atıyoruz.

Yazık değil mi?

Ardından “Giremez”! Naraları… Oraya giremez buraya giremez.

Al sana ortaçağ zihniyeti.

Bütün bu olanlardan sonra işi gizlemek için kalkıp bir de hümanistliğe, eğitim dostluğuna, hürriyet âşıklığına soyunuyoruz.

Kendin gibi düşünmüyor diye kılına bile katlanamıyorsun.

Daha kim inanır ki sana?

İnsan düşüncesini hiç haksızlıktan yana kullanır mı?

Efendim filanın arka bahçesinde yetişmişler…

Deli saçması bunlar.

O kadar bahçe hastası isen birde senin arka bahçene bak bakalım eğer bahçe kaldıysa eğer neler göreceksin?

Ben asıl beynini örtüp, düşüncelerini gün ışığına hapseden, böylece aydınlığa düşman olan sözde aydınlara acıyorum.