15 Ağustos 2007 Çarşamba

Aşırı kilolara karşı diyet ilaçları

Ahmet SEVEN

Çağın hastalığı bir salgın halinde hızla ilerliyor.

Tedirgin olan kuruluşlar acil durum çağrıları yapsa da bu hastalığın önü alınamıyor.

Hastalığın adı obezite.

Yani fazla kilo, şişmanlık.

Öncelikle çocuklar ve kadınlar tehdit altında.

Hastalığa davetiye çıkaran gıdalara karşı birçok ülkede önlem alınmaya başlandı bile.

Ürün fiyatları artırılıyor, vergi konulması gündeme getiriliyor. Tüketici bilinçlendirilerek tepki vermesi sağlanıyor. Reklâmlara sınırlama konuluyor.

Sağlık harcamalarının önemli bir bölümü obezite’dan kaynaklanıyor.

Örneğin ABD'de, her yıl şişmanlığa bağlı sağlık sorunları için 117 milyar dolar harcanıyor.

Yine bu ülkede her yıl obeziteden kaynaklanan sağlık problemlerine bağlı olarak 300 bin kişi yaşamını yitiriyor.

Bu ciddi bir rakam.

Bu gelişmeler gıda sektörlerinin de korkulu rüyası.

Elbette çok daha değişik şekillerde önlemler alınabilir?
Fast food mağazaları kapatılabilir.

Ayakta yemek yeme alışkanlığı sona erdirilebilir.

Çorba gibi sıvı içecekler teşvik edilebilir, hatta mecbur tutulabilir.

Obeziteye yol açacak gıdalara reklâm yasağı konulabilir.

Buna uymayanlara ceza verildiği gibi bunları bilinçsizce tüketip aşırı kilo alanlara caydırıcı cezalar getirilebilir.

Zararlı alışkanlıklar sınıfına göre uygulama görebilir.

Çocuğunun bilinçsizce beslenmesine sebep olan annelere ceza getirilebilir.

Obezite daha sık olarak özellikle çalışan kadınların çocuklarında görülüyor.

Ancak bu arada kilo yapan gıdalara yapılan caydırıcı önlemlerin kesinlikle tüketimin artmasına sebep olacağı düşünenlerde var.

Doğrudur.

Yiyecekler özgürce kullanılmalıdır.

Fakat özgürlüğü verip karşılığında obezite satın alınıyorsa bu doğru değildir.

Obeziteyle mücadele de eğitim şart.

Özellikle Amerika'da yapılan araştırmalar yasak koymanın ters tepki doğurduğunu gösteriyor. Yağlı gıdalara vergi gelirse tüketim bu kez karbonhidratlı gıdalara kayar deniliyor.

Durum ne olursa olsun. Ortada ciddi bir hastalık var. Ve bu hastalığa karşı tepkisini vermesi gereken devletten önce insanlardır. Kesinlikle bu mücadelede herkes yerini almalıdır. Sigaraya karşı başlatılan mücadele ve alınan tedbirler bu konuda da en kısa zamanda alınmalıdır. Şişmanlığa yol açan maddelere hatta bunları ısrarla kullananlara da vergi konulmalıdır. Adına da obezite vergisi denilmelidir.

Neyse bu kadar gerilimden sonra konuyu biraz yumuşatalım ister misiniz?

“Eski zamanda pek şişman bir kral varmış. Şişko kral zeki hekimlerden birinden kendisini zayıflatacak ilaçlar talep etmiş. Doktor onu görünce;

—Allah seni ıslah etsin! Ben ilerisini gören bir doktorum. Sana bakınca anladım ki, senin ancak bir aylık ömrün kalmış! İlacın sana bir faydası olmaz ki! Demiş.
Bunun üzerine öfkelenen kral doktorun hapsedilmesini emreder.

Kral da bu süre içinde halktan gizlenir. Fakat içini öyle bir üzüntü sarar ki, bir ay içinde iyiden iyiye zayıflar.
Bir aylık zaman geçince kral hala ölmediğini görür ve hapisteki hekimi de yanına çağırır. Ona der ki:
-Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanın sebebiyle seni daha fena halde cezalandıracağım.

—Hekim ise telaşlanmadan cevap verir:
-Allah kralı ıslah etsin! Ben geleceği bilmede Allah'ın en düşük kuluyum. Fakat anladım ki, senin şişmanlığını gidermenin tek ilacı, ancak keder ve üzüntüdür. Teşhisim doğruymuş der.

Bunun üzerine kral onu serbest bırakır ve kendisine iyiliklerde bulunur”

***

—İnsanları abur cubur yedirerek kilo almalarını sağlayan, bunu sektöre dönüştürerek para kazanılan bir dünyada yaşıyoruz.

Bir yanda yaşamak için yiyen, bir yanda da yemek için yaşayan insanlar.

Bir yanda aksırınca tıksırınca çatlayınca patlayıncaya kadar yiyenler.

Öte yanda açlıktan ölenler…

—İnsanlar kendilerinin yediklerini bulamayan insanların keder ve üzüntülerini çekebilmiş olsalardı kim bilir belki de sağlıklarını tehdit eden bu hastalıkla karşı karşıya kalmayacaklardı.

Tabiî ki bunlarda işin bir başka. boyutu.

Sahi sizce şişmanlık vergisi mümkün mü?

Bence etkili olacaksa niye olmasın ki.

Yaşanmış bir muska hikâyesi

Ahmet SEVEN

Bu hikâye gerçekten yaşanmıştır.

Birkaç yıl önce bir tanıdıktan dinlemiştim.

Diyor ki Almanya’dan bir arkadaşımın kızı rahatsızlanmıştı.

Hekimler derdine çare bulamıyorlardı.

Muska yazan birine götürelim dedi.

Araştırdım, çokça tavsiye edilen bir cinci hoca! ya gitmeye karar verdik.

Uzun yolculuktan sonra oraya vardık.

Önceden randevu almadığımız için bizimle görüşmek istemediğini haber verdi.

Bizde araya tanıdıkları koyarak rica ettik. Israrlarımızı kıramayanıca tamam demiş.

Bizi evine kabul etti.

Karşımıza oturdu.

Masanın üzerine bir yumurta koydu. Ona bir şeyler söyledi. Sonra eline aldı. Karşılıklı konuşmaya başladılar.

Yumurtadan garip sesler geliyordu.

Adeta yumurta ile konuşuyordu. Daha sonra bu şekilde cinlerle konuştuğunu onlardan haber beklediğini söyledi.

Bir ara hoca! Diğer odaya geçti.

Ben kalkıp o yumurtayı aldım inceledim.

Bizim bildiğimiz yumurtadan farkı yoktu.

Kısık sesle seslendim. Bana ses vermiyordu.

Hoca! Biraz sonra döndü yumurtayı aldı, yine aynı garip seslerle konuşmaya başladılar.

Nihayet açıklama zamanı gelmişti.

Hoca! Hastaya muska yapılmış dedi.

Gidin filan mezarlıkta, filan paftada, filancanın kabristanında onu oradan çıkartın dedi.

Bizde ücretini ödeyip oradan ayrıldık.

Dediği yere gittik.

Tarif ettiği üzere muskayı yerinden çıkardık.

Hem sevinmiş hem de rahatlamıştık.

Ancak aradan birkaç gün geçmesine rağmen hastamızda bir düzelme görülmemişti.

Daha sonra öğrendik ki hoca evinde bir sürü muska yazıyor, yazdıklarını da gidip değişik il ve ilçelerdeki kabristanlıklara yerleştiriyor. Kendisine gelen hastalara da memleketlerine göre adres veriyormuş.

Hayret ettik. Fakat iş işten geçmişti… Yumurtadan çıkan garip seslere gelince cinci hoca! Koltuğunun altına bir cihaz yerleştirmiş, yumurtayı alınca o garip sesler cihazdan çıkıyormuş! Ben bu olayı yaşayan bizzat birinci şahıslardan dinledim.

Size de aktardım. Bundan sonrası sizin elinizde olan şeyler.

Var mısınız şimdi de muska yazdırmaya?

Sahi bizim muskamız acaba nerede, hangi kabristanlıkta. Hiç düşündünüz mü?

Şikâyete veda

Ahmet SEVEN

Yaşarken şikâyetçi, ölürken şikâyetçi,

Yazarken şikâyetçi, okurken şikâyetçiyiz.

Ağlarken şikâyetçi, gülerken şikâyetçi,

Kazanırken şikâyetçi, harcarken şikâyetçiyiz.

Her derdin olduğu gibi, şikâyetinde bir dermanı vardır.

İşte bu öykü de ondan bahsediyor.

“Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı.

Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle;
"Acı" diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.

Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam;
"Hayır" diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış"

Çoğu insan sığ sularda kendine eziyet veriyor da engin sularda yüzmeye çalışmıyorsa,

Saksıdaki çiçek gibi kalıp rüzgârdan titrerken, çınar olup kasırgalara karşı koymayı göze almıyorsa hayatı beklemediği kadar zor geçecek demektir.

Oysa insan sevgiden bahsederken aşkın en derinin yaşamalıdır.

Aşkı uğruna çöle düşen Mecnunun şikâyeti yoktur da, sevdiğinin yanında gözüne toz kaçanın şikâyetinden geçilmez.

Sizinde etrafınızda sizi koruyan fakat göremediğiniz dostlarını var mı?

Ahmet SEVEN

Yoo dostlarınıza haksızlık etmeyin.

Bir ara bir sor Allah Aşkına diyorsunuz biliyorum fakat öyle de olsa kalpleri sizin için çarpanlar var.

Ben bundan eminim.

Sizi sadece sizmi biliyor sanıyorsunuz.

Elbette hayır.

Nereye güler nereye ağlarsınız bunu dostlarınız da bilir.

Hatta hangi çiceği sevdiğinizi bile.

Farkında olmamanız onları suçlamanız anlamına gelmez. Yükselirken ayağınızın altına kim koydu o merdiveni, düşerken kim elinizden tutu sanırsınız. Hep birbaşınıza değildiniz ya. Gerçek dostlar karşılık beklemezlerde ondan. Hatta yaptıkları iyiliklerin bilinmesini bile. Hatırlarmısınız Tuzlu Kahve diye bir öykü vardı. İşte o öyküye kardeş olacak, hemde ikiz kardeş olacak bir öykü bu. Haydi birlikte bir kez daha okuyalım. Ne dersiniz.?

“Yargıç, karşısındaki kadına baktı önce. Seksen yaşlarında bir nine. Sonra biraz geride, ellerini bağlamış adama.

Aynı yaşlarda bir dede. Kadına döndü:

"Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?"

Yaşlı kadın, beyaz başörtüsünü sıvazlayıp konuşmaya başladı kısık sesiyle:

"Bu herif yetti gayrı, elli yıldır bezdirdi hayattan... Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. 50 yıl önce, onun bana verdiği çiçeklerin arasından, bir daldan kök almış, tohumlamıştım. Yavrumuz olmadı, sedeflerimi çocuk bildim, öyle büyüttüm. Sonra bir gün, kurumaya başladı sedef. O zaman adak adadım. Her sabaha karşı, güneş doğmadan bir tas suyla sulayacağım diye. İyi gelirmiş dediler, sedef çiçeğine. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp da şu çiçeği bir kere de ben sulayayım, demedi. Ta o geceye kadar... O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Su veremedim çiçeğime. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim işte. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim... Ondan hiçbir şey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim... Onsuz daha iyiyim, hâkim bey, yemin ederim."

Yaşlı adama döndü yargıç: "Bir diyeceğin var mı baba?"

Adam bastonuna abanarak, ağır aksak yürüdü geldi kürsüye, utangaç yüzünü kaldırıp adalete baktı ve dedi ki: "Askerliğimi reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O koca bahçeyi layıkıyla büyütmek için emek verdim. Fadime'mi de orada tanıdım, sedefleri de. O bahçe sedef çiçekleri doludur. Kokusu yürek yakar. Zaman zaman Fadime için topladım sedefleri. Evlendik. Çok olmadı, boynu ağrıdı, hekime götürdüm Fadime'mi. Hekim, kireç var boynunda, çok uzun süre uyanmadan yatarsa sertleşir, kötüleşir, dedi. Her gece uykusunu bölüp kalksın, gezinsin, dedi. Pek dinlemedi bizim hatun. Lafım geçmedi. O günlerde tesadüf, sedef çiçekleri kurudu. Ben de ona, gece sularsan geçer, dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve seyrettim Fadime'mi. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum."

Durdu bir an, yaşlı adam. Mahkeme salonu susmuştu. Bir yaşlı gönülden, bir bahçıvandan duyulması beklenmedik aşk sözlerine, şiire kulak kesilmişti, yargıç, savcı, mübaşir. Soluklanıp devam etti adam:

"... Her gece, o yattıktan sonra kalktım. Saksıdaki suyu

Siz aşkınızı nereye yazmıştınız?

Ahmet SEVEN

Birbirlerine mezara kadar diyerek söz veriyorlar.

Aşk diyorlar, sevgi diyorlar. Biz ayrılamayız diyorlar.

Birbirlerine şiir yazıyorlar, şarkı söylüyorlar.

Bırakın mezarı bir de bakıyorsunuz pazara varamadan ayrılıyorlar.

Mezar nere, pazar neresi.

Hani aşk çözülmezdi.

Hani aşk sönmezdi.

Hani aşk ölmezdi.

Hani âşık yolundan dönmezdi?

Dostluklarda böyle.

Kuma yazıyorlar, taşa yazdıklarını sanıyorlar.

Kaşla göz arasında evleniyorlar, evlilikleri nişanlılıklarından kısa sürüyor.

Avuçlarına yakılan kına silinmeden ayrılıyorlar.

Daha dün birbirlerinin isimlerini söylemeye kıyamayan diller bakıyorsunuz lanetler yağdırıyor birbirlerine.

Bu nasıl aşk böyle?

Bir yastıkta kırk yıl şarkılarda mı kalacak yoksa?

Sahi siz sevginizi nereye yazıyorsunuz?

"İki arkadaş bir sahilde yürürlerken yolculuklarının bir noktasında,
bir münakaşaya girerler ve biri diğerine tokat atar. Tokatı yiyenin canı acır ama bir şey söylemeden kuma şöyle yazar. "Bugün en iyi arkadaşım beni tokatladı.." Suskun bir şekilde yollarına devam ederler. Tokatı atan pişman, tokatı yiyen ise üzgün ve dalgındır. Bir müddet sonra hiçbir şey söylemeden yollarını ayırırlar.

Tokat yiyen caddeden karşıya geçmek üzeredir fakat öyle dalgındır ki, hızla üzerine doğru gelen aracı farkedemez. Arkadaşı ani bir refleksle onu kolundan tutup kenara, kendisine doğru çekerek hayatını kurtarır. Bu tez tokat yiyen kişi bir taşa şöyle yazar. "Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı. ". Tokatı atan sorar; "Sana tokat attığımda kuma yazmıştın niye şimdi bunu taşa yazıyorsun?" Diğeri şöyle cevap verir. "Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki, denizin dalgaları onu silebilsin, ama birisi bizim için bir iyilik yaptığında taşa kazımalıyız ki, kolay kolay silinmesin."

Şimdi sorun isterseniz kendi kendinize.

Ben sevgimi nereye yazmıştım diye?

Kuma yazılanlar silindi, yazanlar çoktan gittiler.

Yerinde yeller esiyor.

Hiç sordunuz mu kendinize acıları kuma, sevgileri taşa yazmayı ne zaman öğreneceğim diye?

Bitti artık bitti.

Bu aşk burada bitti.

Bir daha dönemeyiz.

Kavuşamayız …Ya öyle mi?

Sahi siz aşkınızı nereye yazmıştınız?

Sorumluluklarımızın farkında mıyız? Yorum sizin

Hani karınca ağzına aldığı kendi ölçeğinde suyla aceleyle gidiyormuş.

Böyle acele nereye gidiyorsun diye sormuşlar?

Nemrud Hz.İbrahimi ateşe attı ya onun ateşini söndürmeye gidiyorum.

Sen bu halinle oraya ulaşamazsın, yol ırak sen küçük ve çelimsizsin.

Karınca hem yürür ayak cevap veriyor; Varsın olsun oraya ulaşamazsan hiç olmazsa o yolda ölürüm ya.

Burada bir karıncanın bile binlerce mil ötede ateş içerisinde kalan birine karşı sorumluluk taşıdığı ve o sorumluluğa karşı görevini yerine getirmek istediği hatırlatılıyor.

Bir şeyi düzeltmemiz için ille de gücümüzün yetmesi gerekmiyor ki.

Fakat mutlaka müdahale edebileceğimiz bir şey vardır.

Hele de gücümüz yetiyorsa.

İşte o zaman bu kaçınılmaz olur.

İşte orada insanlık başlıyor.

Cüzdan seslerinin vicdan seslerini bastırdığı bir dünyada yaşıyoruz.

Duymuyoruz belki de duyamıyoruz.

Duymak istemeyenlerin de olduğunu unutmamak gerek .

Ne olursa olsun bizim üzerimize düşen bir sorumluluk vardır.

Bir yerde bir ocak yanıyorsa, kandilinde bizim yağımız olmalıdır.

Bir yerde bir ocak sönmüşse gönlümüz azap duymalıdır.

Öyküde olduğu gibi;

“Seni yarattım”

Çelimsiz küçük bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş; yiyecek, para, ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu. Üzerinde yırtık pırtık giysiler vardı. Yüzü gözü ise kir içindeydi. Çocuğun perişan bir hali vardı.

Kız dilenirken, sokaktan genç, sağlıklı, zengin görünümlü bir adam geçti. Kızı farketmişti. Ama, belli etmemek için, dönüp bir daha bakmadı. Geniş ve lüks evine, konfor içinde yaşayan ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış bir akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat az sonra, gördüğü o dilenci kız aklını takıldı yeniden. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu.

Sonra, kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’a yöneltti. Böyle durumların var olmasına izin veren O değil miydi?

İçin için, O’na karşı:

“Böyle birşeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için birşeyler yapmıyorsun?” diye yakınmaya başladı.

Biraz sonra, ruhunun derinliklerinden gelen şu cevabı işitti:

“Yaptım. Seni yarattım!”

Nerede bir düşkün görse sorumlu tutmalı kendini insan.

Ne yaptılar diye değil, önce ben ne yaptım diye sormalı.

Sahi yerdeki bir serçeyi kaldıracak kadarda mı gücümüz yok?

Kim bilir belki de o sizin ellerinizden uçmayı bekliyordur.

Ne dersiniz?

Geleceğini bildiğiniz kaç dostunuz var?

Ahmet SEVEN

Çevremiz genişliyor, tanıdıklar çoğalıyor.

Bütün bunların aksine kalabalıklarda yalnızlaşıyoruz.

İki elimizi başımıza koyup düşünmeye vakit bile bulamıyoruz.

Gülmek istediğimiz zaman yanı başında kahkahalarla gülecek, ağlamak istediğimizde dizinin dibinde ağlayacak dostların hasretini çekiyoruz.

Haberleşmeleri elektronik yoldan çözdüğümüz için sevdiklerimizi günlerce göremediğimiz oluyor. Yüzüne bakmadıktan elini tutmadıktan sonra.

Biliyor musunuz her geçen gün etrafımız daha bir boşalıyor aslında.

Elinden koltuk değneğini düşüren adama benziyoruz.

Neyse; Bazen bir öykü çok şeyler anlatır.

Tıpkı okuyacağınız bu öyküde olduğu gibi.

“Savaşın en kanlı günlerinden biri..
Asker, en iyi arkadaşının biraz ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü.
İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.
Asker teğmene koştu ve;
"Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?.."
Delirdin mi der gibi baktı teğmen...
"Gitmeye değer mi?.
Arkadaşın delik deşik olmuş...
Büyük olasılıkla ölmüştür bile..
Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın."
Asker ısrar etti ve teğmen; "Peki " dedi. "Git o zaman..."
İnanılması güç bir mucize...
Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı.
Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü...
Birlikte siperin içine yuvarlandılar.
Teğmen kanlar içindeki askeri muayene etti...
Sonra onu sipere taşıyan
arkadaşına döndü:
"Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez demiştim. Bu zaten ölmüş..."
"Değdi teğmenim" dedi asker...
"Nasıl değdi?" dedi teğmen...
"Bu adam ölmüş görmüyor musun?.."
"Yine de değdi komutanım.
Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı.
Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için."
Ve ölen arkadaşının son sözlerini tekrarladı:
Geleceğini biliyordum!.." demişti arkadaşı,
"GELECEĞİNİ BİLİYORDUM..."

Sahi hiç düşündünüz mü?

Siz de aynı şartlar altında kalmış olsaydınız..

Geleceğinden tereddüt etmeyeceğiniz acaba kaç arkadaşınız, ya da sizin aynı şartlarda yanına gidebileceğiniz kaç dostunuz olurdu?